TARİHÇE

TARİHÇE

Çok sayıda çalgı için yazılmış müzik parçalarını seslendirmek üzere, şef yönetiminde bir araya gelen müzisyenler topluluğu diye tanımlanıyor ‘orkestra’ ansiklopedilerde, sözlüklerde. ‘Birçok çalgının bir arada müzik yaptığı, bazı eserlerde soliste eşlik eden müzisyenler topluluğu’ diyenler de var…

Bu tanım Türkçe’ye İtalyanca’daki orchestra sözcüğünden dahil olmuş. ‘Eski Yunan’da ise ‘orkestra’, hem dans etmek anlamına geliyormuş, hem de anfiteatrolarda seyirci ile sahneyi ayıran, koronun konuşlandığı bölüme deniyormuş.

İtalyanlar 17. yüzyıl başında, opera şarkıcılarına eşlik eden müzikçiler için kullanmış orkestra lafını.

Daha sonra, yaklaşık 100 kişinin çaldığı ve hemen, hemen bütün çalgı türlerinin yer aldığı büyük orkestralara senfoni orkestrası, konser amaçlı orkestralara da ‘filarmoni orkestrası’ adı verilmiş.

Büyük orkestraların yanı sıra, oda müziği toplulukları gibi 20 kişiyi aşmayan küçük orkestralar da kurulmuş.

Sadece yaylılardan oluşan topluluklar ise ‘yaylı çalgılar orkestraları’ diye isimlendirilmiş. Üflemeli ve vurmalı çalgılardan oluşan bandolar, hafif müzik orkestraları, çok çalgının kullanıldığı caz orkestraları, okul orkestraları, gençlik orkestraları gibi birçok çeşidi türemiş zamanla…

Bu kitabın konusu ise popüler müzik yapanlar, cazcılar ve rock kulvarındakiler. 1923’ü çıkış alarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin hemen öncesinde ve devamında bizim topraklarda yaşanan orkestra-grup serüveniyle başlıyoruz.

 

Haremde Kadınlar Orkestrası

Osmanlı İmparatorluğu’nun sıkıntılı yıllarında, çöküşün iyice hissedildiği dönemde Sultan 2. Mahmut, Avrupalı örneklere benzer şekilde düzenlemeye çabaladığı ordunun dinamizmine ve ritmine eşlik edemeyen ‘Mehter’in yerine Batılı anlamda askeri bando oluşturmak ve marş çaldırtmak amacıyla 1827’de İstanbul’da Mızıka-ı Humayun’u kurdurtmuştu. Mehterin ağır yürüyüşten giysilere dek birçok konuda, yeni ve dinamik ordudan geri kaldığına inanmaktaydı.

Mızıka-ı Humayun bando ve orkestra faaliyetlerinin yanında operet, tiyatro, gölge oyunu, fasıl gibi farklı dallarda sanatçı yetiştiren okul işlevi de görecekti. Burada görev yapanlarla eğitilenlerin sayısı 500’e ulaşmıştı.

Fransız Monsieur Manguel’in ardından Eylül 1828’de müdürlüğe getirilen İtalyan Giuseppe Donizetti idaresindeki orkestra, Klasik Batı müziğinin zor örneklerini de seslendirmeye başlamış ve Yıldız Sarayı’nda ağırlanan yabancı konuklara Sultan Abdülhamid’in emriyle Beethoven, Wagner, Verdi gibi bestecilerin yapıtlarını dinletmişti.

İlginçtir; padişahlar eşlerinin, kızlarının ve haremindeki kadınların Batı müziği eğitimi alması için çaba sarf etmiş, ülke dışından bakır sazlar getirilmişti. Artık sarayda ve haremde, kadınlar orkestrası ile bale yapan kızlar grubu vardı. Bir kadın şef tarafından yönetilen 80 kişilik kadınlar orkestrası, duruş olarak ön sırada klarnet, flüt ve birinci boru takımı, ikinci ve üçüncü sırada ikinci boru takımı, trompet, davul ve zilden oluşmuştu…

Bu arada, Mızıka-i Humayun’da hoca olan Zati Bey, 1910’da kimsesiz çocuklardan oluşan orkestra kurmuştu. Darülaceze Orkestrası adlı 60 kişilik kadro, ilk konserini Nisan 1912’de Eminönü-Karaköy köprüsünün açılış töreninde vermiş, on yılda Avrupa kentlerinde konserlere çıkacak düzeye gelmişti.

Bünyesinde Saray Orkestrası, Saray Operet Orkestrası, Saray Askeri Bandosu, Saray Operası Orkestrası, Kızlar Bandosu, Ertuğrul Yatı Bandosu, Topçu ve Bahriye mektepleri bandoları, sarayın salon ve oda orkestraları gibi oluşumları barındıran Mızıka-i Humayun’un tüm faaliyetleri 1918’e dek saraya ve sultana yönelik gerçekleştirilmişti.

1918’den itibaren saray dışına çıkılıp, 1. Dünya Savaşı’nın tüm ağırlığını hisseden halka zaman zaman moral konserleri verilmeye başlanmıştı.

Kurtuluş Savaşı yıllarında ise Mızıka-i Humayun’un çalışmaları yavaşlamış, sultana bağlı olarak varlığını devam ettirmiş ve saltanat kaldırılınca halifeye bağlanarak Makam-ı Hilafet Mızıkası adını almıştı.

 

İlk Gözdemiz Kanto

İşin ‘devlet’ yanı böyle; pekiyi saray dışında, sokakta neler oluyordu o yıllarda? ‘Ortaoyunu’yla yaşamını kazananlar, aynı günlerde Batılı tiyatroyla kendi sanatlarını harmanlayarak ‘Tuluat Tiyatrosu’nu hayata geçirmişti. Tuluat tiyatrolarının en önemli öğelerinden biri kantoydu ve kantoyu keman, klarnet, trampet, trombon, trompet, kontrbastan oluşan orkestralar çalıyordu. Bu orkestralar ayrıca, oyun başlamadan önce tiyatro kapısında tıngırdatarak seyirci çekmeye çalışıyordu.

Sultanlar ‘Batılılaşma’ya prim verir de halk durur mu; Türkiye’de ilk popüler Batı müziği ürünleri kabul edilen kantolar 1870’den itibaren yaşamımıza girmeye başlamıştı. Sarayda icra edilen ve dinlenen, soyluların tekelindeki Klasik Türk musikisine bir nevi tepki olarak gelişen kanto, önceleri tuluat tiyatrolarında söylenirken, şaşırtıcı hızla diğer lokallere de sıçramıştı. Yeni gözdemiz, bir bakıma pop müziğimiz kantoydu artık.

1840’larda yabancılarla imzalanan ticaret anlaşmasının akabinde, Avrupalı tüccarların İstanbul’a akın etmesiyle Galata ile Pera Bölgesi’nde gayrimüslimlerin işletmeciliğini üstlendiği eğlence mekânlarının sayısı artmıştı. Buraların gözdesi de kantoydu.

İlk yerli operet ise, Dikran Çuhacıyan tarafından bestelenen ‘Leblebici Horhor Ağa’ydı. Ocak 1876’da sahneye konan operet büyük ilgi toplayınca arkası gelmiş ve Batı müziği günden güne serpilmişti. Osmanlı Ermenileri, cemaatlerine kendi dillerinde gösteriler düzenlerken, Türkçe operetler de sergilemişti.

Müslüman olmayan İstanbullular ile kentteki yabancılar salon eğlencelerini çok sevmiş ve desteklemişti. Batı’daki eğlence tarzı yakından izlenmiş, 1905-1914 arası popüler salon dansları mazurka, kadril, tango ve polka olmuştu.

Kaynak kitaplara göre, pavyona benzemeyen İstanbul’daki ilk gazino Galata’da açılmıştı. Adı ‘Arkadia Gazinosu’ydu. ‘Pera’daki özel mekânlarda içki servisi eşliğinde müzikli gösteriler yapılıyor, Amerikan tipi barlar kuruluyor, buralarda müzik eşliğinde eğleniliyordu.

Örneğin, Alkazar Amerikan Gazinosu’nun programında pandomim, dans, kanto ve komik skeçler yer alıyor, İstanbul’da bu tip eğlencenin müşteri potansiyeli seksen binlere ulaşıyordu. Mekânlarda çalan orkestralar ise Avrupa’dan geliyordu…

Ramazan eğlenceleri, kına geceleri, düğün, bayram gibi dinsel, geleneksel, töresel eğlenceler ve çeşitli törenler dışında Müslüman halkın eğlenmesine pek olumlu bakılmıyordu. Müslümanların eğlence dünyası apayrıydı. Kapalı, gelenekçi ve yoksul toplumda erkekler umuma açık mekanlarda birlikte alem yapabiliyor, kadınlar ise evlerde ya da hamamlarda ortak eğlenceye katılabiliyordu. Erkekler meyhanelerde, tiyatrolarda, oturak alemlerinde eğlenirlerken kadınlar hamam sefalarında, evlerde, kadın kadına pikniklerde hoş vakit geçiriyordu. Düğünler, nişanlar, sünnetler ise iple çekiliyordu…

Levantenlerin, farklı dinlerden azınlıkların kadınlı-erkekli eğlence dünyasına bazı Osmanlı aydınları da kenarından köşesinden katılabiliyordu.

20. Yüzyıl başlarında tiyatroları, revüleri, operetleri, kantoları, müzikli restoranları ile başkent İstanbul, zengin liman kenti İzmir, Rumeli’deki Selanik gibi kentler Batılı eğlence biçimlerine iyiden iyiye alışıyordu.

İstanbul kenti, İtalya’dan ve Fransa’dan gelmiş operet, opera ve tiyatro topluluklarının istilasına uğramıştı. Azınlıklar ve Levantenler için dans kursları bile açılmıştı. Gönül Paçacı, ‘Cumhuriyetin’in Sesleri’ kitabında o dönemde İstanbul’da yılda 400 kadar piyano satıldığını söyler…

 

Kadın Erkek Birlikte Eğlensin

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanıyla hız kazanan topyekûn çağdaşlaşma projesinde müziğin ve özelinde orkestraların önemli yeri vardı. Örneğin, hilafetin kaldırılmasından bir hafta sonra, 11 Mart 1924’de Ankara’da Makam-ı Hilafet Mızıkası, TBMM’nin karşısındaki binada düzenlenen baloda yeni hükümete ilk konserini vermiş, Zeki Bey’in (Üngör) İstiklal Marşı’nı da seslendirmiş ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in emriyle 27 Nisan 1924’de orkestra Ankara’ya taşınmıştı. Zeki Bey’in yönetiminde çalışmalarını sürdüren Makam-ı Hilafet Mızıkası, konserlerin yanı sıra radyo programlarına da devam etmişti…

‘Genç Cumhuriyet’in yönetici kadrosu, kadın vatandaşları günlük yaşamın her alanına katma sürecinde, eğlence için radikal kararlar almıştı. Ülkenin kadın ile erkekleri birlikte eğlenecek, kadın evinden ve kapalı ortamından dışarı çıkacaktı. Ortak eğlence çeşitlenecek, kitleselleşecekti.

Bu nedenlerdendir ki ‘Cumhuriyet’in ilk yıllarında ortak eğlenceyi teşvik etmek, modernleşmenin tek adresi olduğuna inanılan Batının ve Batılıların tarzında eğlenmeyi öğretmek amacıyla kasabalarda, kentlerde resmi balolar düzenlenecek, bürokratların ve askeri erkanın toplantılara iştiraki, ‘çağa ayak uydurmaları’ istenecekti…

Evet, Ankara’dan yurdun dört bir yanına gönderilen resmi emirle Anadolu’da balolar yapılmış, devlet erkanı eşleriyle balolara katılıp dans etmiş ve görevden asla kaçmamıştı.

Cumhuriyet balolarının sorumluluğu ve ağırlığı büyüktü. Kadınlarla erkekler birlikte eğlenmeye, sohbet etmeye, yemek yemeye alışırken sosyalleşecek, erkek egemen toplumdan kadının da ağırlığının hissedildiği çağdaş topluma evrilenecekti.

Dans da çağdaşlaşmanın parçasıydı ve Anadolu’da Batılı danslara ‘gavur işi’ diyen halk bunlara bir şekilde alışacak, çoksesli müzik de medeniyet ölçüsü olacaktı. Alışmaya başlamıştı da.

Baloların, düğünlerin ve eğlencelerin dansı tangoydu. Türkiye’ye giren popüler Batı müziği örnekleri arasında en çok tango tutulmuş, yabancı örnekler kadar kaliteli ve sevilen yerli tango besteleri ortaya çıkmıştı.

1930’larda halkın kulağında yer etmesi amacıyla Boğaziçi vapurlarında yolculuk boyunca gramofonla tango, radyo dinletilmişti. Bir ara bu vapurlarda sekiz kişiden oluşan orkestralar da çalmış, büfeyi ünlü Pandeli işletmiş ve çok rağbet gören bu seferlere ‘caz vapuru seferleri’ denmişti…

Balolarda tango ve vals, düğünlerde komparsita yapılmaya başlanmıştı. İyi de, müziği kim çalmıştı mekanlarda? Ülke dışından gelen İtalyan, Arjantin, Fransız, Macar, Leh orkestraları ve de ülkeye yerleşmiş yabancılarla Müslüman olmayan vatandaşlardan oluşan topluluklar İstanbul sahnelerini parsellemişti.

Anadolu’da ise derme çatma kurulmuş, yetersiz çalgılara sahip amatör orkestraların çabasıyla mütevazı bir eğlence ortamı oluşmuştu. Hepsine genel olarak ‘caz orkestrası’ denmişti; bütün dans müziklerinin adı da cazdı zaten.

‘Halkevleri’nin yaygınlaşmasıyla ve buralarda kurulan orkestralar yardımıyla, ülkenin birçok yerinde daha sık balolar düzenlenmiş, o bölgenin ileri gelenlerinin düğünlerinde orkestralar sahne almış, vals ve tangoyla dans edenler, ardından zeybek oynamıştı. Çünkü, Anadolu’da dansın anlamı oynamaktı ve o kadar da olacaktı.

Ayrıca, Anadolu’daki lojman kültüründe, orduevlerinde, dinlenme kamplarında danslı eğlenceler yaygınlaşmaya başlamış, iş icabı büyük kentlerden uzakta yaşayan aileler moral düzeltmişti.

Canlı müzik yapacak orkestra bulmak hiç kolay olmadığından çoğu mekanda plaklarla eğlenilmişti.

 

İmdada Halkevleri Yetişiyor

Orkestra sıkıntısı 1932’de ‘Halkevleri’nin kurulmasıyla kısmen giderilmişti. Hemen hemen her ilçedeki halkevleri, müzik öğretmenlerini, askerliğini bandocu yapmış amatörleri bir araya getirerek mandolin birlikleri, salon orkestraları, bandolar kurmuş, sık sık gösteriler düzenlemişti.

Bandolar çok önemliydi. Bayramlarda, özel günlerde milli duyguları coşturmak için bandolara aşırı ilgi gösterilmiş, askeri bandoların yanında okul, belediye, esnafların oluşturduğu topluluklar ortaya çıkmıştı. Ankara Radyosu bu adıma destek vermiş ve her hafta ‘Bir Marş Öğreniyoruz’ adlı programı yayına koymuştu.

Batı tarzı profesyonel yerli orkestraların piyasaya girmesi ise 1940’lara kadar sarkmıştı. Yurtdışında yaşamış Orhan Avşar, Macar asıllı Darvaş, Fehmi Ege, Necip Celal Andel, Necdet Koyutürk gibi öncü isimler kısa sürede tangoyu Türkiye’de sevdirmiş ve tangonun etrafında oluşan yeni pazar, yeni orkestraların ortaya çıkmasını, gelişmesini sağlamıştı.

Orkestra sayısı, Batı’dan ithal bir müzik için şaşırtıcı sayılabilecek rakamlara yükselmiş ve 1941-1960 arası 122 orkestra kurulmuştu…

Girdiği ülkenin yerel müziğinden etkilenerek kendini kolaylıkla sevdiren ‘Arjantin tangoları’na alternatif, 1945’de Missouri Zırhlısı’nın Türkiye’ye gelmesinin ardından ortaya çıkmış ve ülkede bu kez de caz müziğine ilgi artmıştı.

Türkiye’ye daha 1920’lerde Avrupa üzerinden ulaşmıştı caz müziği. Klasik müzik ve keman eğitimi almış Leon Avigdor, arkadaş tavsiyesi üzerine Paris’te dinlediği cazdan çok etkilenip yurda döner dönmez saksafon öğrenmiş, Kolya Yakovlev adlı Beyaz Rus piyanist, bir davulcu ve banjo çalan bir iş adamıyla İstanbul’un ilk caz topluluğu ‘Ronalds Dörtlüsü’nü kurmuştu. Ancak, tango kısa sürede cazı alt etmiş ve hayat hakkı tanımamıştı; ta ki 1940’lara kadar.

1940’ların ikinci yarısında İstanbul gece kulüplerinde artık caz dinlenmeye başlanmıştı. 1947’de Robert Kolejli Cüneyt Sermet ile gitarist Turhan ve piyanist İlham Gencer piyano, gitar, kontrbastan oluşan caz triosu kurmuştu. Taksim Halkevi’nde provalar yapan bu isimler ilgi görünce, kurucu üçlünün yanına Müfit Kiper (trompet), İsmet Sıral (tenor saks) ile Şadan (davul) eklenmişti. Bibop Sextet adını seçen altılı, Taksim Belediye Pavyonu ile anlaşmıştı…

Bibop Sextet’in kurucularından Cüneyt Sermet 1951’de bu sefer tam 14 kişilik modern caz orkestrasının doğuşuna öncülük etmişti.
Müthiş kadroda Arif Mardin (piyano), Faruk Akel (alto saks), İsmet Sıral (tenor saks), Dikran Haçaduryan (trompet), Arto Haçaduryan (trombon), Cüneyt Sermet (kontrbas), Gurdik (trombon) çalmıştı. İki yıl birlikte müzik yapan büyük orkestra çok başarılı olmuş, ancak mekan sahipleri yeterli para veremeyince maddi nedenlerle dağılmıştı. Sonra, başka isimler de başka topluluklarla cazı denemişti.

Ülkede caz denince akla gelen ilk isimlerden Erol Pekcan, 1954’de Erdoğan Çaplı’nın kurduğu trio ile müziğe başlamıştı. 1957’de Selçuk Sun (kontrbas) ve Melih Gürel’den (piyano) oluşan bir başka trio ile yola devam eden Pekcan, 1958’de kurduğu beşlisiyle yerli cazı yaratmaya başlamıştı…

Batılılaşmanın simgesi görülen caz, bizim piyasaya ağırlığını koymuş ve dışarıdan gelen müzisyenlerin bilgi, malzeme yardımıyla cazcılarımızın sayısı artmıştı.

 

Tek Kıstas İyi Taklit

50’li yıllara gelindiğinde, Demokrat Parti’nin liberal politikaları sonucu müzikte de Amerikan özentisi adımlar atılmıştı. Büyük kentlerdeki otellerde, hızla artan gece kulüplerinde, striptiz yapılan lokallerde ithal orkestraların yanında ihtiyaçtan yerli dans orkestraları devreye girmişti.

Sahneye şık giysilerle, traşlı çıkmaya özen gösteren yerli orkestralar yabancı radyolardan dinledikleri İtalyanca, Fransızca, Portekizce şarkıları sahneye taşımış ve parçaları bire bir seslendirebilenler, en iyi taklit edenler en başarılı kabul edilmişti…

Havaların ısınmasıyla müzik camiası hareketleniyor, gece kulüplerinden çıkan orkestralar açık mekanlardaki dans yarışmalarında çalıyor, gençler tango aranjmanları, swing ve rumba ile hünerlerini sergiliyor, ilkokullara kadar müzikli okul çayları düzenleniyordu.

Pek iyi, ya rock’n roll? Bu türün Türkiye’ye girmesi diğerleri kadar vakit almamıştı. Elvis Presley’nin ABD’yi sallayıp yuvarladığı günlerde Heybeliada Deniz Lisesi öğrencileri ilk yerli rock’n roll grubunu kurmuştu bile. Yıl 1957’di. Bu grup Somer Soyata ve Arkadaşları adıyla, gizli saklı, askeri okul dışında da konser veriyordu.

Rocktaki ilk adımlar bu grupla sınırlı kalmamış, aşağı yukarı aynı tarihlerde Alman Lisesi öğrencisi Erkin Koray ile arkadaşları yine rock’n rollun peşinden gidecek grupla ortaya çıkmıştı.

Olup bitenler gençleri kısa sürede etkilemiş, sayıları az olsa da konserler ilgi görmüş, mekânlar dolup taşmaya başlamıştı.
Heyecan büyüktü; arka arkaya yeni orkestralar kuruluyor, orkestraların sayısına paralel konser ve seyirci sayısı da artıyordu.

Şan Sineması, geniş kitlelerin müzik dinleyebildiği tek mekân değildi artık. ‘Hafif Batı Müziği’ denenyeni moda iki yılda İstanbul’da birçok mekâna girmiş, Orhan Sezener, İlhan Feyman, Müfit Kiper, Nejat Cendeli, İsmet Sıral, İlham Gencer, İbrahim Solmaz gibi müzisyenlerin başını çektiği orkestraların çaldığı kulüpler ve yeni konser salonları vazgeçilmez eğlence merkezleri olmuştu.

Ancak, yine de kulüplerin ya da konser mekanlarının talebini karşılayacak kadar çok değildi orkestra sayısı. Bu nedenledir ki aynı gece birden fazla yerde sahne alan elemanlar müthiş tempoda çalışmış, prova yapma zamanı bile bulamamıştı. Radyo programları da cabası tabii.

Gazete ilanlarında ‘gençlik orkestrası’, ‘şov orkestrası’, ‘dans orkestrası’ şeklinde tanımlanan topluluklar arasında eleman transferi sıklaşmış, kadrolar sürekli değişmişti.

Orkestrada virtuozite önemli olduğundan kadroya katılan eleman kısa sürede bütün parçaları öğrenmiş, bir dönem kadroda kalmış ve profesyonelliğin gereğini yerine getirip daha çok paraya başka topluluğa gitmişti. Bu arada, orkestraların büyük bölümü sahnede hem kadın hem erkek vokal bulundurmaya özen göstermişti…

 

Çakma Konservatuar: Düğün Orkestrası

Bir başka ilginç gelişme daha yaşanıyordu piyasada. O döneme kadar dışarıdan, özellikle İtalya’dan Happy Boys, Pampanini, Ivan Mulotti, Eduardo Bianco, Angelo gibi orkestraları getiren yerli eğlence piyasası ülke dışına, Avrupa ve Lübnan’a orkestralar göndermeye başlamıştı.

İstanbul, Ankara ve İzmir radyolarında canlı yayınlara katılan yerli orkestralar, İtalyanların ellerinden bu imtiyazı da alarak tanıtımlarını iyi yapmış, fiyat yükseltmişti.

İşin ciddileştiğinin en önemli kanıtlarından biri de 1950’lerin ortasında kurulmuş Hafif Batı Müziği Mensupları Sendikası’ydı. Böyle bir oluşuma gereksinim, piyasanın genişlediğinin göstergesiydi. Örneğin, İstanbul’da Taksim’den Şişli’ye kadar 14 tane gece kulübü olması ve buralarda 14 ayrı orkestranın çalması o günlerle ilgili bir başka çarpıcı durumdu.

Müzik pazarının kulüp ve otel yanı böyle; bir de düğün tarafı var tabii. Bir bölüm müzisyen kulüp ortamında, steril ve Batılı tarzda müzik yapmaya devam ederken, diğerleri de mütevazı düğünlerle ekmeğinin peşindeydi.
Mesleğe yeni başlayacak gençlerin piştikleri, ceplerinin para gördüğü yer düğün orkestralarıydı.

Düğünlerde çalanlar için enstrüman ve iyi ses düzeni bulmak yine çok zordu, ama orkestralar arası yardımlaşmayla sorun bir şekilde çözülüyordu.

 

Düğün Orkestrasından Enstantaneler

Dans pistinden hafif yukarıda kurulmuş sahneye yerleştirilmiş enstrümanları kazadan beladan korumak amacıyla önlerine iliştirilmiş ‘Lütfen dokunmayınız’ levhası, ayak davulunun ortasına kocaman harflerle yazılmış orkestranın ismi, yine tam arkaya asılmış bez pankartta tekrarlanan aynı isim.

İster evlilik, ister sünnet düğünü olsun sahnedeki orkestranın şekil ve şemailinde fazla değişiklik yapılmazdı. Davul, org, bas gitar, ritm gitar, saksafon, trompet ve nadiren klarnet.

Sunucu ya da vokalist yoksa gitarist tarafından mekandakilere yönelik ‘hoş geldiniz’ dilekleri ve ardından piste giriş yapacak gelinle damada seremoni müziği. Devamında da komparsita ve tüm aile efradıyla birlikte misafir çiftlerin dans için piste teşrifi…

Sünnette ise giriş farklıydı; sahnede mikrofonu elinde tutan şöyle açıyordu düğünü: ‘Küçük kardeşimize acil şifalar dilerken anne ile babayı dansa davet ederiz’.

Önce ağır ve romantik parçalar çalınıyor; sonra hafif, hafif tempo artıyor, tango, vals, çarliston, samba, rumba derken sıra oyun havasına geliyor ve gece kasap havasıyla sonlanıyordu.

Orkestraların bir başka görevi de sönük giden düğünü renklendirmek, canlandırmak ve geceyi unutulmaz kılmaktı. Şöyle ki; dans ederken balon patlatma, çiftlerin alınlarına sıkıştırılmış portakalı düşürmeden pistte dans etmesi, ağızda kaşıkla yumurta taşıma, aniden duran müzikle duramayıp hareket eden çiftlerin elenmesi gibi yarışmalar…

Düğünlerin bir başka özelliği de, ailenin maddi gücüne göre mekana dışarıdan ekstra sanatçı ve orkestra getirilmesiydi. Klasik programa ilaveten adı, sanı bilinen birilerinin sahneye çıkması aile için büyük sükse demekti.

Bu arada, amatör müzisyenlikten profesyonelliğe geçişin yeri de düğün orkestralarıydı. Müzikal kalite ya da yetenek talep etmeyen topluluklara yeni giren amatörler, kafa göz yara yara pişiyor ve birkaç kuruşa profesyonel hayata atılıyordu.

Önemli olan az para talep etmeleri ve günün tüm moda parçalarını hızla ezberleyip çalabilmeleriydi. Ortaya nasıl bir müziğin çıktığı fark etmiyordu.

Zaten kimsenin düğün müzisyenlerinden sanatsal beklentisi yoktu. Çok şarkı bilmeleri ve düğün sahibinin yöresinden de birkaç şarkı patlatmaları yeterliydi.

 

Kavgasız Anadolu Turnesi Olmaz

Yalnız düğünler değildi tabii orkestraların mekânı. Havaların düzelmesiyle açık hava sinemalarında, kır gazinolarında, sahil mekanlarında, lunaparklarda eğlenceler düzenleniyor; uvertürü, dansözü, komedyeni, solistleri ve assolistiyle doyurucu bir program ucuz bilet karşılığı seyirciye sunuluyor, aynı kadrolar Anadolu’ya turne yapıyordu.

Anadolu turneleri maceralı geçiyor, organizatörler çoğunlukla paraları ödemiyor, müzisyenler aldatılıyor, kavgaların ardından turne yarıda kesiliyor ve İstanbul’a dönülüyordu…

Sahnelerde orkestra adına bir dizi yeniliği ve prensibi uygulamaya koyan Türkiye’nin ilk süperstarı Erol Büyükburç da bu tarihlerde ortaya çıkmıştı. Rock’n’roll ile başlayan Büyükburç, ’50’lerin sonunda Halk müziğini Batılı normlarda düzenleyerek bunları ısrarla seslendirmiş, Anadolu’ya taşımıştı.

Büyükburç’un repertuarı Türkçe söz yazılmış yabancı bestelerden, caz standartlarından, türkü düzenlemelerinden, kendi bestelerinden oluşmuştu. Pop müziğindeki birçok yeniliği Türkiye’de ilk kez deneyen Büyükburç, orkestrasındaki müzisyenleri sahnede koltuklara oturtarak çaldıran ilk isim olarak da tarihe geçiyordu.

İlham Gencer de orkestra müziğinin yayılmasıyla ve önemsenmesiyle ilgili önemli işler yapmıştı. 1960’larda İlham Gencer’in Şişli Site Pasajı’nın altıncı katında açtığı Çatı adlı gece kulübü adeta okul işlevi görmüş, buradan yetişen birçok şarkıcı ve müzisyen yıldız olmuştu.

Yine aynı günlerde bazı orkestralar Halk müziği denemelerine hız vermiş ve repertuvarlarına türkü düzenlemelerini katmıştı.

 

Köfteli, Börekli ‘Kadınlar Matinesi’

Yazlık ve kışlık olarak ikiye bölünmüştü gazinolar. İkisinde de ortak özellik, programın ‘alaturka’ ve ‘alafranga’ olarak iki ana türe ayrılması, komedyen ve dansözlerin de sahne akışına dahil edilmesi, yemeklerini yiyip, içkilerini yudumlayan müşterilerin bu süreçte nadide sanatçıları izleme olanağı bulmasıydı.

Gazinolar, gece kulübü ile pavyona benzemezdi. Sanatçısı, garsonu, servisi, dizaynı, mobilyası, çalışma saatleri, orkestrası, müşterisi farklıydı ve ailelere seslenen mekanlardı.

Gazinolardaki program genelde şöyle şekilleniyordu: Fasıl, üç uvertür, orta solist, türkücü, ikinci solist, arada dansöz ve komedyen, son olarak da assolist.

Bir de meşhur ‘kadınlar matinesi’ vardı. Kadınlar için gazinolarda öğleden sonra program yapılırdı. Fiks menü yerine kadınların yemekleri ile gelmesine izin verilir, sadece giriş ve içeceklerden para alınırdı.

Kadınlar matinesine sanatçılar patrondan para talep etmeden ücretsiz çıkardı. Tam anlamıyla halk günü düzenlenir, orta direğe mensup kadınlar dolmaları, kuru köfteleri, börekleriyle gazinoyu doldurup sevdikleri sanatçıları düşük bilet ücretleriyle yakından görme ve dinleme olanağı bulurdu.

Halkın sıcak ilgisi sonucu sanatçılar ve orkestralar da bu özel günlerde daha bir canlı performans sergiler, her iki taraf da kurtlarını dökerdi. Bazı gazinolarca bu matineler hafta sonları ‘umuma’ ve çalışan kadınlara yönelik de hazırlanırdı.

Belvü, Tepebaşı Kazablanka, Büyükdere Beyaz Park, Yeşilköy’deki Çınar Oteli, Tarabya Oteli, Yeşilyurt’taki Klöb Mini, Los Guantes Rojos, Yeniköy’deki Boğaziçi Gazinosu, Caddebostan Maksim Gazinosu, Bomonti’deki Klöb X, Harbiye’deki Kervansaray, Ortaköy Lido, Ermadağ’daki Oriental, aynı bölgedeki Parizyen, Büyükada’daki Anadolu Kulübü, Taşlık, Moda Kulübü, Kınalıada’daki X Kulüp, Boğaziçi Gazinosu, Yeşilköy Deniz Park, Maçka Küçük Çiftlik Parkı, Taksim Kristal Gazinosu, Cumhuriyet Gazinosu, Aksaray Lunapark, Taksim Belediye Gazinosu, Yeşilköy Röne Park, Gar Gazinosu, Bebek Belediye, Bostancı Saksonyalılar, Semiramis, Bebek Aşiyan, Sarıyer Urcan, Gülizar, Bulvar, Yenikapı Çakıl, Küçükbebek Gaskonyalı, Tünel Şato, Taksim Bigben, Yeniköy Canlı Alabalık, Yeniköy Yeniçeri, Kamacı, Villa Zarif dönemin ilgi gören lokalleri arasındaydı. Gazinoların ‘amiral gemisi’ ise Maksim’di. Maksim’e assolisti olmak zirveyi ele geçirmek anlamına gelirdi.

Ankara’da Dedeman Oteli, Adana’daki Ağa Oteli ve İzmir Fuarı’ndaki Manolya, Akasyalar, Göl, Lunapark da iyi orkestraların çalıştığı müesseseler arasındaydı.

90’lı yıllarda televizyon kanallarının yaygınlaşmasıyla halk gazinolardan elini eteğini çekince, bu sektör küçülmek zorunda kalmıştı.

 

Arkadaş Müziği Grupla Yapılır

Gelelim gruplara; 1960’ların başında orkestralardan farklı bir formatta ortaya çıkan topluluklara ‘grup’ denmeye başlanmıştı.

Grup, beraber çalmanın ötesinde, ortak müzikal zevk isteyen, sıkı bir arkadaşlık ve benzer kimya gerektiren oluşumdu. Kısacası ‘arkadaş müziği’ydi grupların yaptığı. Fazla müzikal bilgi ve ustalık gerektirmiyordu. Elemanların çoğunluğu mahalleden ya da okuldan arkadaştı ve birlikte büyümüştü.

O günlerin hareketliliğine en çarpıcı örneklerden biri de 1960’da Melodi Dergisi’nin Ankara’da düzenlediği, geliri ‘Hazine’ye bağışlanacak konserde birçok topluluğun sahneye çıkmasıydı. 67 orkestra, grup ve solistin katılımıyla 3. Tiyatro’da gerçekleşen Türkiye Vokal Grupları yarışmasını Robert Kolejlilerin grubu Eko kazanmıştı.

Bir başka örnek de, 20 Ağustos 1961’de Küçükçiftlik Parkı’nda düzenlenen ‘Orkestralar, Şantörler ve Şantözler Yarışması’ydı. Katılanlar arasında Armağan Şenol, Erkin Koray Dörtlüsü, Müfit Kiper Orkestrası, Alexandr Zamboğlu, Erol Büyükburç ve Orkestrası, İbrahim Solmaz ve Orkestrası, Barış Manço ve Haramiler, Kemal Güleşoğlu, Süheyl Denizci Orkestrası, Metin Ersoy Kalipso Grubu, Behçet Ölmeztürk Orkestrası vardı. Ankara’da ise, Siyasal Bilgiler Fakültesi İngilizce kulübü tarafından düzenlenen 1961 Ankara Amatör Orkestralar Yarışması dikkat çekmişti. Etkinliğin ikinci yılında Ekolar, Mete Metin, Mehmet Kurdoğlu ve Arkadaşları, Lale Akat ve Kings, Asiller, Mete-Zafer Düosu, Sextet Hurricanes yarışmıştı. Aynı yarışmada Barış Manço ve Harmoniler de konser vermişti…

Grup sayısı hızla artarken, orkestralar yarıştan geri kalmamıştı. 60’lardan başlayarak Türkçe sözlerle yorumlanan yabancı aranjman modası hem gruplar, hem de orkestralar tarafından büyük ölçüde benimsenmişti.

Öte yandan, müzikte taklitçilik ne kadar makbulse, giyim ve imaj taklitçiliği de o kadar gözdeydi. Örneğin Apaşlar sahne kostümlerinde glam rocktan örnekler veriyor, Faruk Akel Orkestrası giyim ve saç kesimleriyle Beatles’a öykünüyordu…

Evet; 1961 anayasasının görece özgürlükçü ortamını yaşamaya başlamıştı Türkiye. Edebiyat, sinema, tiyatro gibi sanatlara ilgi artarken müzikte de gençler iki gitar, bir davullu gruplarla, kısıtlı teknik olanaklarla iyi şeyler yapmaya çabalıyordu.

İstanbul Radyosu’nda Fecri Ebcioğlu’nun pazar günleri sunduğu programda son moda parçaları dinliyorlar, kaydetmeye çalışıyorlar ve sonra bunları çalıyorlardı.

Amatör gruplar düşük paralara gençlik çayları, toplantılar ve düğünlerde sahne alarak cep harçlıklarını çıkarıyordu. Sinema salonlarında film gösterimlerinden önce müzik yapanlar da vardı.

İstanbul’da her mahallede müzik grubu kurulmuştu. Aralarından kendini göstermeyi başaranlar sinemalara, çay bahçelerine, okul konserlerine terfi etmişti.

Aynı dönemde rock’n’roll dünyayı kasıp kavururken Türkiye’de de beat moda olmuş, Beatles ile Roling Stones’a öykünen Türk beat gruplarının sayısı artmıştı.

 

Silahlı Kuvvetler: ‘Yerli Malı, Yurdun Malı’

Ağustos 1960 tarihinde Türkiye Müzisyenler Sendikası radikal çıkışla, ‘Yerli müzisyenler iş bulamazken, çeşitli lokallerde çalışan kalitesiz yabancı toplulukların binlerce dolar döviz kaybına sebep olduklarını’ basın toplantısıyla ilgililere duyurmuştu.

Sayıları her geçen gün artan yerli orkestraların para kazanabilmesi, yabancı orkestraların önüne set çekilmesine, kulüplerin yerli orkestra kullanmaya ikna edilmesine bağlıydı.

İmdada 27 Mayıs idaresi yetişmiş ve yabancı müzisyenlerin çalışma izinleri iptal edilmişti. Türkiye’de yabancı müziği yerli müzisyenler çalacaktı ve kulüplerde içki fiyatları düşmüştü.

Bu arada caz inişe geçmişti. Yabancı müzisyenlere kapılar kapanınca hem bilgi, hem de malzeme alışverişi sona ermiş, caza gönül verenler sıkıntıya düşmüştü. Hafif Batı Müziği aranjmanları ise iyiden iyiye yerli pazarı ele geçirmişti…

İlk kez 9 Haziran 1963’de gerçekleştirilen Boğaziçi Müzik Festivali taklitçiliğe dur demek için düzenlenmişti. Amaç, Türkiye’ye yerleşmeye başlayan Hafif Batı müziğini aranjman modasından kurtarmaktı.

Yarışmaya katılan orkestralar ve solistler, halk müziğimizden yaptıkları düzenlemelerle müzikseverleri heyecanlandırmış ve umutlandırmıştı. Üç yıl devam edecek bu festivalde en iyi orkestra, en iyi vokal, en iyi enstrümantalistler dallarında ayrı ayrı ödüller verilmesi bir başka heyecan uyandıran gelişmeydi…

1965 yılı ise ülke müziği için önemli bir dönemeçti. Hürriyet Gazetesi, ‘Batı müziğinin zengin teknik ve şekillerinden faydalanarak yine Batı müziği aletleriyle çalınmak suretiyle Türk musikisine yeni bir yön vermek için’ Altın Mikrofon Müzik Yarışması’nı hayata geçirmişti.

Daha önce, orkestralar bünyesinde küçük denemelerle ortaya çıkan folk düzenlemelerinin ilgi çektiğini gören Hürriyet Gazetesi, aranjmana teslim olmaya başlayan piyasaya seçenekler sunmak amacıyla böyle bir girişimde bulunmuştu.

1965-1968 arası kesintisiz düzenlenen, 1972 ve 1979’da birer kez daha yapılan Altın Mikrofon, genç yetenekleri tanıtma yolunda önemli rol üstlenmişti. O güne kadar İstanbul’un çeşitli semtlerinde verdikleri konserler dışında halkla fazla bağlantı kuramayan, yabancı orkestra ve şarkıcıları taklit ederek sivrilmeye çalışan birçok müzisyen, yarışma turnelerinde Anadolu’yla tanışmıştı. Altın Mikrofon hem önlerini açmış, hem de öz müziklerine, binlerce yıllık kültür mirasına sahip çıkma olanağı tanımıştı.

Finaller jürisinin tamamen halktan oluşması yarışmaya ayrı bir canlılık katmış, Anadolu’da geleneksel tarzda dinlenilen türkülerin Batılı normlarda düzenlenmiş halleri çok sevilmiş ve plak pazarı hareketlenmişti…

Hürriyet yapar da, Milliyet Gazetesi durur mu; 1967’de onlar da Milliyet Liseler Arası Hafif Müzik Yarışması’nı başlatmıştı. Amaç, gençlere hafif müziği sevdirmek, beste yazmaya teşvik etmek ve derece alanların plaklarını basarak onları tanıtmaktı. Birçok yıldız adayı daha lise sıralarında kendini gösterecek ve piyasa aradığı taze kanı bu organizasyonda bulacaktı.

1973’de adı Türkiye Liselerarası Müzik ve Halk Oyunları Yarışması’na dönüştürülen bu kültür organizasyonu, liseler arasında büyük çekişmeye sahne olacak ve dil ile tür sınırlaması koyulmadan icradaki başarının değerlendirildiği yarışma, profesyonel müziğe önemli isimler kazandıracaktı.

 

Anadolu Pop Başlıyor

Genç yarışmacıların önemli bölümü, Batı dünyasındaki arayışlara paralel olarak halk müziğinin önemini kavrayacak ve yerel değerlere sahip çıkacaktı. Bölük pörçük gerçekleşen arayışlara ilk kez ad bulunacak ve Moğollar grubu ‘Anadolu pop’un isim babası olacaktı.

Yıl 1968’di; Beatles zirvedeydi ve yaramaz, hınzır rakipleri Rolling Stones’un nefesi enselerindeydi. ABD’de durum İngiltere’ye göre daha politizeydi. İngiltere işin müzik yönüyle ilgilenirken, Vietnam Savaşı’na karşı gelen Amerikalı gençler olayı yoğun muhalif çizgiye ve underground atmosfere taşıyıp egemen kültüre karşı çıkmıştı.

Sistem için ‘tehlikeli sanat’ haline dönüşen rock müziğin dünya sorunlarıyla ve çözümleriyle daha bir ilgilenmeye başladığı günlerde dinleyicisi de okumuş, kültürlü insanlardı artık.

Elvis Presley, Otis Redding, Louis Armstrong yine zirvedeydi, ama dünyayı değiştireceğine iyiden iyiye inanan rock ile protest müzik, üniversite kampüslerinden listelere sıçramış ve müzik endüstrisi için önemli gelir kapısı haline gelmişti.
Hava tamamen değişmişti ve sorgulama dönemi, kuşaklararası ideolojik ayrılık, sınıfsal kavga gündemi belirlemekteydi.

Underground yola meyleden yeni akımda, isyanla şiir iç içe geçerken, tüm yerleşik değerleri yerle bir eden müzik de deneysel ürünler peşindeydi. İşin içine din de girdi, Doğu da girdi, mistisizm de. Beatles Hindistan’a gitti ve sitarı soktu müziğine.

Pekiyi bizim gruplarda durum neydi o günlerde? Çoğunun politik duruşu yoktu. Muhalefeti bir avuç halk ozanıyla Ruhi Su üstlenirken, 1968’de Anadolu pop doğmuştu.

O güne kadar el yordamıyla gerçekleşen halk müziğimizi modernize etme çabaları, ilk kez akım halini almış ve ‘68 Kuşağı’nın genç müzisyenleri, Batı’daki folk akımlarından, Bob Dylan’dan, Joan Baez’den, Beatles’dan, Beat kültüründen, ‘psychedelic rock’tan derin etkilenmişti.

Altmışlar’ın ortalarında İstanbul, Ankara ve İzmir’in çeşitli semtlerinde kurulmuş amatör orkestralarda, gruplarda yetişen gençler, taklit ettikleri Batı müziğindeki değişime paralel olarak halk müziğinin önemini kavramıştı.

En önemlisi, ‘aranjmancılar’a karşı ilk kez net tavır konmuş, ithal aranjmana ulusal folk müziği alternatif olarak sunulmuştu.

İşin özeti şuydu; evrensel popa ulaşırken yerel malzemeden yararlanılacak, bu toprakların müziği dünyaya sentez halinde ulaştırılacaktı. ‘Öze dönüş’ diye nitelendirilen akımın sonucunda ortaya çıkacak yapıtlar,

Türkiye sınırları içinde kalmayacak, Avrupa’ya ulaştırılması için çaba sarf edilecekti…

27 Mayıs 1960 açılımıyla yakalanan halkçılık, edebiyatımızda köy gerçeğini gündeme getirmişti. Mahmut Makal, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt gibi kalemlerin kitapları çok okunuyordu. Ahmet Arif, Hasan Hüseyin başta olmak üzere köy kökenli şairler öne çıkmıştı. Bu gelişimin müzikteki karşılığı ise Anadolu poptu.

Uluslararası arenada yaşıtları country, folk üst başlıklarıyla kendi halk müziklerine eğilirken, Türkiye’nin kentli gençleri de yüzlerini Anadolu’nun müziğine çevirmişti. Yıllarca Batı müziği çaldıktan sonra bunların bize yakın olmadığını hissetmişler ve bir başka yolu denemenin zamanı geldiğine karar vermişlerdi.

Halk müziğinin hümanist yanını sevmiş, ‘aşıklar’ın söylemini çarpıcı bulmuşlardı. Ulusalcılardı, ama bu toprakların tüm mirasına sahip çıkacak kadar da evrensel davranmışlardı. Emekleme döneminde İngilizce söyleyerek işe başlayanlar Anadolu’nun müziğine çevirmişti yüzünü.

 

Uzun Saçlar, Kaftanlar, Pelerinler

Saçları uzatmışlar; kaftanlarla, pelerinlerle sahneye çıkmışlardı. Çoğu zaman üstlerinde Anadolu kadınlarının geleneksel giysisini taşıdıklarının farkında bile olmadan derme çatma görüntüyle sunmuşlardı şovlarını. Kovboy çizmeler, simli kuşaklar, yelekler, kafada bantlar gibi birbiriyle hiç alakası olmayan, Doğu-Batı harmanı diye niteledikleri imajla yürütmüşlerdi işleri.

Beste yazmaya çabalarken, Anadolu’nun çok bilinen, güçlü melodili türkülerini de yorumlamaktan vazgeçmemişlerdi.

Plak üretiminin arttığı, pikapların ülke çapına yayıldığı, hatta dolmuşlarda, minibüslerde bile yaşamımıza girdiği günlerde insanlar tempolu parçaları sevmişti ve Anadolu popun gümbür gümbür soundu kulaklara daha bir hoş gelmişti. Büyük kentler dışına düzenlenen turneler sırasında Anadolu insanının türküleri Batılı sazlarla dinlemekten büyük zevk aldığını da saptamışlardı.

İşin bir de ‘psychedelic rock’ yanı vardı. Batı’da 68 kuşağının hippi kesimi Doğu’yu incelerken bizimkiler ‘Doğu-Batı sentezi’nin göbeğinde doğmuşlardı ve ürettikleri müzik kalite açısından, uluslararası alanda ünlenmiş isimlerin çıkardıklarından hiç de geri değildi.

‘Naif’ genç grupları zirveye bu kadar çabuk hangi sihir taşımıştı? Bir kere ayakları bizim topraklardaydı ve küçük, büyük herkesin kulaklarında yer etmiş soundu, yüzyılların türkü geleneğini modernleştirip sunarak halktaki Batılılaşma eğilimiyle at başı ilerlemişlerdi. Kentli müzisyenlerin halka yönelme, köklerini keşfetme, halkı anlama çabaları havada kalmamış, Anadolu’dan da destek gelmişti. Bizim çalgılarla Batılı çalgıların iş birliğinden ortaya çıkan ezgiler, güçlü ritmler ve melodiler, kentler kadar kasabalarda da taraftar bulmuş, plak satışları artmıştı.

Batı’daki yaşıtlarına benzer politik tavır sergilemeseler de ozan duruşunun devamıydı yaptıkları.

Ancak, akıma yeni solistler ve gruplar dahil olurken, tüm iyi niyete rağmen birtakım yapaylıklar baş göstermişti. Anadolu insanı türkülerinde düğünlerinden askere alınmaya, doğal felaketlerden aç kalmasına kadar yaşadıklarını anlatmaktaydı. Oysa kentlinin gerçeği farklıydı ve yazılan bestelerde anlatılanlar öykünmenin ötesine geçemiyordu.

Bu arada, TRT’nin katı denetimi bu ürünlerin, ülkenin tek yayın organı olan TRT mikrofonlarından ve ekranlarından silinmesine karar vermişti. Gecekondularda yaşayan, kente kabul edilmeyi bekleyen göçmenler tarafından dinlenmeye başlanan ve ‘dolmuş müziği’ diye nitelenen arabesk gibi, ‘Batı özentisi’ Anadolu pop da devletin yayın organından uzaklaştırılmıştı…

 

Tek Kişilik Orkestra: Piyanist Şantör

1967’ye geri dönersek, o yıl Türk Hafif müziği için önemli bir gelişme daha yaşanmıştı. Müzisyenler hem plak kayıtlarına, hem de sahne çalışmalarına yetişemeyince gündeme ‘play back’ diye yeni bir uygulama gelmişti. Yabancı şarkının enstrümantal hali alınmış; bizim şarkıcı da stüdyoda bu yabancı kaydın üzerine Türkçe sözleri okumuştu. Kayıtlarda orkestraya gerek kalmamıştı.

Devamında, sahnede de orkestraya gerek olmadığına karar verilmişti. Patronlar bayram etmiş, masraflar azalmış, arkadaki teybin sesini yükseltmek yetmişti. Nasıl olsa şarkıcı önemliydi; zaten orkestra üyeleri hep ‘şarkıcıya eşlik eden’ diye takdim edilmiyor muydu!

Orkestralara darbe bununla da bitmedi. Sahnede tek başına piyano çalıp şarkı söyleyen, zengin repertuvarlarıyla geceyi baştan sona idare eden müzisyenler ortaya çıkmıştı 70’lerde. Bu müzisyenlere ‘piyanist şantör’ deniyordu.

Gece boyunca sahnede seyirciyle karşılıklı sohbet ederken, tek piyano-org ve ritm box ile ile günün müziğini, klasik müzik, caz müziği, tango ve diğer Latin müziklerini, hatta ‘chanson’ ları, oyun havalarını oldukça iyi, esprili sergileyebiliyorlardı. Tek başına trompet, ut, gitar çalanlar da vardı sahnelerde.

Özetle, ‘tek kişilik orkestralar’ taverna ve gazino piyasasına çok hesaplı gelmişti; tabii Unkapanı Plakçılar Çarşısı’na da. Piyanist şantör modası Seksenler’in sonuna kadar tüm hızıyla devam etmişti.

 

‘Ele Güne Karşı’ Hayat Öpücüğü

TRT baskısına rağmen 1968 kuşağı müzisyenlerinin serüveni kısa sürmemiş ve hiçbiri pes etmemişti. Birkaç yıl geciktirilseler de politikaya kulak kabartıp harekete geçebilmişlerdi. 1970’lerin ağır sorunları altında halk hızla politize olurken Anadolu pop bu değişime kayıtsız kalmamış, politik roller üstlenmişti.

O günlerde Anadolu popçuların önemli bölümü ‘makas değiştirip’ popun yanına rockı da eklemişti. Bu isimler bir yandan progressive rockı folklorumuza yedirmeye uğraşırken, diğer yandan söylemi sivrileştirerek, başkaldırarak halkın sorunlarını gündeme taşıma derdine düşmüştü. Ne de olsa serde rockçılık vardı. 12 Mart 1971 Muhtırası’nın ardından kullandıkları dil iyice sola meyletmişti.

Ortaya çıkan ürünler ozan geleneğine daha bir yakındı artık. Birçok toplumsal konuda halkı uyanık tutarken, egemen kesimin yaptıklarını takibe almışlardı.

Müzik iyiden iyiye araç haline gelmişti, ama üretilen şarkıların kalitesi şaşırtıcı ölçüde yükselmişti.

Grupların müzikal yetenekleri ve düzenlemeleri gelişmiş, beste söylemek önem kazanmıştı. Yerli rockta bütün zamanların en iyilerinden kabul edilen Dervişan grubu da bu dönemde ortaya çıkmıştı…

Yerli rock Anadolu’yu ikinci plana çekip kentli temalara yönelirken, ‘yoz müzik’ diye tanımlanan arabesk, büyük hızla boşlukları doldurmuş, Anadolu pop-rocktan tiraj koparmıştı.

Sonunda, 12 Eylül 1980 darbesiyle ‘fiilen’ muhalif müziğe ara verilmiş, müzisyenlerin bir bölümü yurtdışında yaşamak zorunda kalmıştı. Piyasa artık arabeskindi.

Bazı popçular Türk Sanat müziğine yönelirken, orkestralar ve gruplar için kısır dönem başlamıştı. O günlerin parlak isimleri arasında Beş Yıl Önce On Yıl Sonra ile ‘Çoksesli Türk Hafif Sanat Müziği’ni orkestrasıyla oturtmaya çalışan Yıldırım Gürses vardı.

1984’te ise, o yıla kadar çeşitli sanatçılara vokal yapan Mazhar Fuat Özkan üçlüsü ilk albümü Ele Güne Karşı Yapayalnız’ı yayınlamıştı. Aylarca liste başında kalmışlar, komada olan pop ve rock camiasına hayat öpücü kondurmuşlardı.

Mazhar Fuat Özkan’ın müthiş çıkışı diğerlerine cesaret vermiş ve Grup Gündoğarken gibiler de pazara girebilmişti.

‘12 Eylül’ün sansürü ve engellemeleri sürerken, müzikte politik olmaktan çok, muhalif, romantik bir sol çizgi ortaya çıkmış, Yeni Türkü, Ezginin Günlüğü, Çağdaş Türkü, Mozaik gibi gruplar kabul görmüştü. Grup Yorum ise, türlü engellere rağmen politik kulvarda yürümeyi seçmişti.

12 Eylül’den sonra Türkiye’de protest müzik bir türlü belini doğrultamayacak, bu tür müziği üreten insanlar ağır baskılarla sindirilmeye çalışılacaktı. Apolitize edilmiş yeni kuşakların beyinleri tek tip müzikle yıkalanırken, ayakta kalabilen protest müzikçi olursa, hapisle etkisiz hale getirilecekti…

Bu baskıdan Kürtçe protest müzik yapan gruplar da zarar görmüş ve bir bölümü ülke dışına çıkıp oralarda albüm üretmek zorunda kalmıştı.

Ozanlar, aşıklar, sol gruplar cezalandırılırken, protest müziği taşıma görevi rockçılara geçmişti. Nejat Yavaşoğulları ile Sina Koloğlu’nun kurduğu Bulutsuzluk Özlemi grubunun 1989 albümü Uçtu Uçtu, dönemi için sivri sayılabilecek politik duruşuyla büyük yankı yaratmıştı. Müzikal açıdan da iyi bir çalışmaydı.

Bulutsuzluk Özlemi’nin açtığı yoldan yürüyecek diğer gruplar birer ikişer ortaya çıkmış, cesur işler üretmişti. Bu arada, Anadolu pop döneminin önemli gruplarından Moğollar ile Üç Hürel de aktif müziğe dönmüştü.

Rock grupları türlü olanaksızlıklara karşın adlarından söz ettiriyor, konserler veriyor, az da olsa basında yer bulabiliyordu. Devil, Whisky, Ra, Kramp, Dr. Skull, Akbaba, Kronik bunlardan bir kaçıydı. Teknik olanaklar yine kısıtlı olsa da, üretilen müziğin kalitesi sevindiriciydi.

Rock müzik bir şekilde ‘darbe’nin yaralarını sarmaya’ çalışırken psychedelic rock ile alternative rock yapan gruplar gayet iyi işlere imza atıyordu. BaBa ZuLa, ZeN, Nekropsi, Replikas gibi isimler yerelden yola çıkıp evrensel pazarda kabul görecek müziğin peşine düşüyordu…

1991’de kabaca 50 olan yerli rock grubu sayısı 1994’de 200’e çıkmıştı. Bunların büyük bölümü yeni açılan barlarda, kulüplerde, kafelerde çalarak pazara direk profesyonel kartvizitiyle adım atıyordu.

Avrupa’da yaşayan müzisyen vatandaşlardan da iyi işler çıkıyordu. Doksanlar’ın başında Yonca Evcimik’in Abone’siyle başlayan yerli poptaki patlama çatlamanın sonucu genişleyen pazarda Almanya çıkışlı Türk grupları ve orkestraları için de yer açılmıştı. Anavatan’da isimlerini duyurma ve albüm yapma olanağı bulmuşlardı…

Poptaki patlamanın ‘düşük profilli’ benzerini rockçılar ancak Doksanlar’ın sonlarına doğru yaşamış ve temeli pek sağlam olmayan bu çıkışı takip eden iki yılda piyasa yeni isimlerle dolmuştu. Ancak kısa sürede taşlar yerine oturmuş ve söyleyebileceği lafı olanlar ayakta kalabilmişti.

90’lı yıllarda iç ve dış turizmin kıpırdanmasıyla eğlence hayatı nihayet İstanbul ile İzmir’in dışına taşabilmişti.
Turistik yörelerde, diğer büyük kentlerde İstanbul kalitesinde gece kulüpleri, bar, pavyon, meyhaneler açılmış ve revüler, festivaller, konserler düzenlenir olmuştu. Orkestralar ile grupların pazarı hayli genişlemişti.

Halk müziği de atılım yaparak pazara hakim olmuş, Batılı sazlarla türküleri seslendiren birçok grup ile solist ‘Anadolu pop’un mirasıyla hatırı sayılır satış tirajlarına ulaşmıştı.

2000’li yılların başında ise her şey birbirine karışmış ve türler arası sınırlar yok olmuştu. Popçular, deklare edilmemiş adres değişikliğiyle arabesk yaparken, birbirinin benzeri şarkılar farklı makyaj ve montajla, farklı isimlerle müziksevere sunulmuştu. Kimse bundan sıkıntı duymamıştı.

Rockçıların rotası da biraz sapmıştı. Örneğin, Athena, Mor ve Ötesi, Yüksek Sadakat, Manga gibi rock kulvarının iddialı toplulukları, vasat yarışma haline gelmiş Eurovision’da ülkeyi temsil edebilmek ve tanınırlıklarını arttırabilmek için büyük efor sarf etmişti…

2010’dan sonra internet, kuralları yeniden koyarak müzikte her şeyi sil baştan yapmış ve yepyeni bir sayfa açmıştı. Dünyayla birlikte ülkemizde de teknolojinin nimetlerinden yararlanan, interneti olabildiğince verimli kullanan yeni kuşak müzisyenler hem tanınma, hem üretme, hem de ürünlerini dinleyiciye ulaştırabilme açısından bağımsız hareket etmenin zevkini yaşamaya başlamıştı.

Hele de alternatif işlerin peşinden gidenler yok mu! Yapıtlarını yayınlatmak ve tanınmak için kaprislerle, ağır kontratlarla, yüklü faturalarla uğraşmayacaklardı artık. Rapten hip hopa, rocktan popa, new ageden elektroniğin birçok rengine kadar türlü dallarda müzik üretenler kuşlar gibi hürdü. İnternet ortamında hepsi yepyeni bir değerdi; yeter ki ürettikleri iyi olsun. İnternet müzisyenlerinden oluşan bu yeni akıma ‘üçüncü yeni’ adı verilmişti.

 

 

KAYNAKÇA

 

ADANIR, Eralp,   Kıbrıslı Türkler’de Müzik-2, Popüler Müziğin Gelişimi 1966-1976 Dönem Toplulukları, KKTC, 2000.

 

AKAY Ali-FIRAT Derya, KUTLUKAN Mehmet-GÖKTÜRK Pınar,   İstanbul’da Rock Hayatı, Sosyolojik Bir Bakış, İstanbul, 1995.

 

AKGÜN, Fehmi,   Yıllar Boyunca Tango, 1865-1993, Pan Yayıncılık, İstanbul, 1993.

 

AKKAYA, Ayhan-ÇELİK, Fehmiye,   45’lik Şarkılar, 60’lardan 70’lere…, bgst Yayınları, İstanbul, 2006.

 

AKSÜT, Sadun,   İstanbul’da Eğlence Hayatı, Cumhuriyet’ten Günümüze, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 2007.

 

ALAGÖZ, Selçuk,   İki Kez Yaşadım, Dharma Yayınları, İstanbul, 2010.

 

ALANSON, Mazhar,   Mazhar Olmak, Alametifarika Reklam Tasarım Yapım Yayın A.Ş., İstanbul, 2009.

 

ALİMDAR, Selçuk,   Osmanlı’da Batı Müziği, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2016.

 

ANTEP, Ersin,   Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Çoksesliliğin Belgesel Tarihi, Elma Yayınevi, İstanbul, 2017.

 

AYA, Gökhan-TİRELİ, Münir,   Bir Erkin Koray Kitabı, Ada Yayıncılık, İstanbul, 1991.

 

AYA, Gökhan,   Bir Cem Karaca Kitabı, Ada Yayıncılık, İstanbul, 1998.

 

BAYDAR, Evren Kutlay,   Osmanlı’nın Avrupalı Müzisyenleri, Kapı Yayınları, İstanbul, 2010.

 

BENGİ, Derya,   50’li Yıllarda Türkiye: Sazlı Cazlı Sözlük, ‘Şimdiki Zaman Beledir’, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2016.

 

BENGİ, Derya,   60’lı Yıllarda Türkiye: Sazcı Cazlı Sözlük, ‘Dünya Durmadan Dönüyor’, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2017.

 

BENGİ, Derya,   70’li Yıllarda Türkiye: Sazcı Cazlı Sözlük, ‘Görecek Günler Var Daha’, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2018.

 

BENGİ, Derya,   80’li Yıllarda Türkiye: Sazcı Cazlı Sözlük, ‘Yaprak Döker Bir Yanımız’, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2019.

 

CANBAZOĞLU, Cumhur,   Kentin Türküsü: Anadolu Pop-Rock, Pan Yayıncılık, İstanbul, 2009.

 

CANTEK, Levent,   Cumhuriyetin Buluğ Çağı, Gündelik Yaşama Dair Tartışmalar (1945-1950), İletişim yayınları, İstanbul, 2008.

 

Cumhuriyet Modaları, 75 Yılda Değişen Yaşam Değişen İnsan,   Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları-Tarih Vakfı ortak yayını, İstanbul, 1999.

 

Cumhuriyet’in Sesleri,   Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999.

 

ÇAKMAK, Hasan,   Sıla 4 Efsanesi, Gökada Yayınları, KKTC, 2006.

 

ÇAKMAK, Hasan,   Kıbrıs Türk Müzik Tarihinden Kesitler,  Samtay Vakfı Yayınları, KKTC, 2007.

 

DİLMENER, Naim,   Bak Bir Varmış Bir Yokmuş, Hafif Türk Pop Müziği Tarihi, İletişim Yayınları, 2003.

 

DİLMENER, Naim,   Eleştirmenin Günlüğü, Everest Yayınları, İstanbul, 2006.

 

DORSAY, Atilla,   Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar…, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2003.

 

DURUKAN, Deniz,   İyiler Siyah Giyer, 2000’li Yıllarda Rock, Everest Yayınları, İstanbul, 2004.

 

DURUKAN, Deniz,   Türk Rock 2001, Stüdyo İmge, İstanbul, 2002.

 

DURUKAN, Deniz- ERKAL, Güven Erkin,   Türk Rock 2000, Stüdyo İmge, İstanbul, 2001.

 

ERDOĞDU, Sedat,   Bir Efsanedir Ersen Dadaşlar, Pamiray Yayınları, İstanbul, 2016.

 

EREL, H. Kaya,   Hatıralar Hayal Oldu, 1961-1991 Türk Pop Müziği Şarkı Sözleri, Etüd Kitaplar, İstanbul, 2002.

 

ERKAL, Güven Erkin,   Türkiye Rock Tarihi-1, Saykodelik Yıllar, Esen Kitap, İstanbul, 2013.

 

GREEVE, Martin,   Almanya’da ‘Hayali Türkiye’nin Müziği, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2006.

 

GÜNDOĞAR, Sinan,   Muhalif Müzik, Halk Şiirindeki Protesto Geleneğinden Günümüz Politik Şarkılarına, Devin Yayıncılık, İstanbul, 2005.

 

HİÇYILMAZ, Ergun,   İstanbul Geceleri ve Tangolar, Sabah Kitapları, İstanbul, 1999.

 

JÖNTÜRK,   Bir Gençlik Çığlığı Hiphop Kültürü, Akyüz Yayın Grubu, İstanbul, 2003.

 

KAHYAOĞLU, Orhan,   Sıyrılıp Gelen, Grup Yorum, neKitaplar, İstanbul, 2003.

 

KAHYAOĞLU, Orhan,   Bülent Ortaçgil, Ayrı Düşmüşüz Yanyana, Chiviyazıları Yayınevi, İstanbul, 2002.

 

KAHYAOĞLU, Orhan,   Grup Yorum, 25 Yıl Hiç Durmadan, CanGençlik Yayınları, 2010, İstanbul.

 

KAHYAOĞLU, Orhan,   Caz’dan Pop’a , Müzikli Yolculuk,  Everest Yayınları,  İstanbul, 2010.

 

KOCATEPE, Ali,   Hey Gidi Dünya Hey, Anılarla Piştim Şimdi Demleniyorum, Doğan Kitap, İstanbul, 2011.

 

KUYUCU, Michael,   Eurovision, Nokta Kitap, İstanbul, 2005.

 

KUYUCU, Michael,   Pop İnfilakı, Kar Yayınları, İstanbul, 2005.

 

KÜÇÜKKAPLAN, Uğur,   Türkiye’nin Pop Müziği, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2015.

 

MERİÇ, Murat,   Hayat Dudaklarda Mey I-II, Overteam yayınları, 2019

 

MERİÇ, Murat,   Pop Dedik, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006.

 

MERİÇ, Murat,   100 Şarkıda Memleket Tarihi, Ağaçkakan Yayınları, İstanbul, 2016.

 

NAZİKİOĞLU, Alpay,   Eylül’de Gel, Doğan Kitap, İstanbul, 2004.

 

OK, Akın- ERTEM, Kaan,   Moğollar, Akyüz Yayın Grubu, İstanbul, 2003.

 

OK, Akın,   68 Çığlıkları, Müziğimizde Büyük Atılım Dönemi, Broy Yayınları, İstanbul, 1994.

 

OK, Akın,   Gitarın Asi Çocukları, Akyüz Yayın Grubu, İstanbul, 2003.

 

OK, Akın,   Bir Şef Bir Aranjör Osman İşmen, Akyüz Yayın Grubu, İstanbul, 2003.

 

ÖKTEM, Serdar,   3 Hürel, Bir Efsanenin Öyküsü, Ada Yayıncılık, İstanbul, 2000.

 

ÖZGÜNSUR, Fatih,    Kişisel Arşiv ve Balıkesir Çapında Araştırmalar.

 

ÖZKAN, Derya (Yay. Haz.),   Cumhuriyet’in Sesleri, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1999.

 

SABANCI, Genco,   Cem Karaca, Bir Ceviz Ağacı, Akis Kitap, İstanbul, 2006.

 

Ses Sanatçıları Ansiklopedisi,   Neşriyat Anonim Şirketi, İstanbul, 1969.

 

SEVİNÇ, Erkan,   Dinlediğin Müziği Söyle, Akis Kitap, İstanbul, 2007.

 

SOLMAZ, Metin,   Türkiye’de Pop Müzik, Dünü Ve Bugünü İle Bir İnfilak Masalı, Pan Yayıncılık, İstanbul, 1996.

 

SÖZER, Vural,   Müzik ve Müzisyenler Ansiklopedisi, Atlas Kitabevi, İstanbul, 1964.

 

SÜSOY, Yener-TUNCA, Hulusi-BAŞARAN, Sami,   Türk Pop Müziği Sanatçıları Ansiklopedisi, Yener Yayınları, İstanbul, 1978.

 

ŞEVKİ, Orhan,   Gölge Adam, Bir Menajerin Anıları, Heyamola yayınları, İstanbul, 2009.

 

TİRELİ, Münir,   Bir Metamorfoz Hikayesi, Türkiye’de Grup Müziği: 1957-1980, Arkaplan Müzik Basın Yayın San., İstanbul, 2005.

 

TİRELİ, Münir,   Türkiye’de Grup Müziği: 1980’ler, Arkaplan Müzik Basın Yayın San., İstanbul, 2007.

 

TİRELİ, Münir,   Cem Karaca ve Die Kanaken, Atlas Yayınları, Ankara, 2016.

 

TUNCA, Hulusi,   Barış Manço: Uzun Saçlı Dev Adam, Epsilon Yayıncılık, İstanbul, 2005.

 

TUNCA, Hulusi,   Hey Gidi Günler, 70’li Yıllar, C Blok Yayıncılık, İstanbul, 2007.

 

TUNCA Hulusi,   Hulusi Tunca İle Seksenler, Esen Kitap, İstanbul, 2014.

 

TÜKEL Zeki,   Bizim Yıldızlar Ansiklopedisi, Radyo Haftası, İstanbul, 1952.

 

YANGIN, Birgül,   Çağdaş Türk Ozanı Barış Manço, Akçağ Yayınları, Ankara, 1999.

 

YENİÇERİ, Selim,   Türkiye Müzisyenler Antolojisi, Deniz Danışmanlık Yayıncılık, 2001.

 

YURGA Cemal,   20. Yüzyılda Türkiye’de Popüler Müzikler, Pegem A. Yayınları, Ankara, 2002.

 

Bravo, Cumhuriyet, Radikal, Yeni Yüzyıl, Hürriyet, Sabah, Habertürk, Aktüel, Radyo Haftası, Çalıntı, Diskotek, Gong, Hey, Milliyet Sanat, Müzikalite, Müzük, Nokta, Roll, Ses, Stüdyo İmge, Şebek, Tempo, Boom, Gazete Pazar, Şebek, Deli Kasap, Rock, Rock Pazarı, Pop Müzik, Melodi, internet siteleri.

 

 

 

 

 

 

 

error: Content is protected !!