ÖNSÖZ

POP TARİHİMİZİ GRUPLAR VE ORKESTRALAR ÜZERİNDEN OKUMAK

Müzik yazarlarının/eleştirmenlerinin en çalışkanlarındandır Cumhur Canbazoğlu. Özellikle de müziğimizin geçmişi, tarihi söz konusu olduğunda… Bu alandaki zayıflığımızı iyi bilenlerdendir ve elinden gelen her fırsatta, bu açığı kapatacak işler yapar.

Bugüne kadar her yazdığı yazı bu istek ve niyetle yazılmıştır. İğne ile kuyu kazarak yazdığı ‘Kentin Türküsü: Anadolu Pop-Rock’ta da durum aynıdır. Ve işte şimdi, elinizde tuttuğunuz ikinci kitapta da.

Kitabın giriş bölümünde, müziğe ama özel olarak da orkestra ve gruplara gönül düşürmesini, çok tatlı ve esprili bir şekilde anlatıyor Canbazoğlu: “Aklımda kalan ilk orkestra, bir vesile ile Beykoz’a kadar gelip çalan Selçuk Alagöz ve arkadaşlarıydı.


NAİM DİLMENER
(Müzik yazarı-eleştirmen)

Kızılderili giysileri, kafalarında tüy ve suratlarında boyalarla sahneye çıkmışlardı. Uzun süre Kızılderili olmuş, divanı sahne yapıp oyuncak gitarlarımız elde onlara öykünmüştük. Devamında da müziği şarkıcılardan çok, çalanlardan dinlemeyi sevdik.”

Bu cümleler, bu kitabın yazarını (ve benzerlerini) anlatmak için oldukça yeterli. Müzik aşkı, aşağı yukarı bu ya da buna benzer gündelik olaylar sonucu doluyor içlerine. Orada büyüyor, gelişiyor ve sonunda yerinde duramaz hale gelip taşıyor; yazı, araştırma, inceleme, kitap oluyor ve geçmişi temize çekiyor. ‘Günlerin İçinden Canım’ 100 Yıllık Türkiye Popüler Orkestralar ve Gruplar Tarihi (1923-2022) büyük bir emek ürünü. Bu kitapla iğne ile kuyu kazmanın da ötesine geçmiş Cumhur; kaşık ile önce okyanusu boşaltmış, sonra da tekrar doldurmuş.

Grup ya da orkestralar, dünyanın dört bir tarafında büyük zorluklar yaşar. Bunların başında geleni de, kadrolarını bir arada tutabilecekleri bir ekonomik rahatlığı çok zor elde etmeleridir. Başka sebepler de vardır ama başta gelen zorluk budur.

Bizde ise bu zorluk birkaç kat fazlasıyla geçerlidir. Bu sebeple işte, gruplar çok uzun ömürlü olmayabiliyor ve arkalarında fazlaca bir bilgi bırakmadan dağılıyor, yokluğa karışıyorlar.

Arşivi/arşivlemeyi hiçbir zaman ciddiye almamış bir memlekette, arkalarında toz dahi bırakmadan hiçliğe karışmış grup ve orkestraları ismen tespit etmek dahi zordur. Kadrolarını tespit etmek ise daha da zor.

Bu adımları geçip, bu isimleri birer ansiklopedi maddesi haline getirmek ve altını doldurmak ise imkansıza yakındır. İşte bu sebeple durum şudur: Cumhur Canbazoğlu imkansızı başarmıştır.

Ayrıntılı bir ‘Tarihçe’ ile başlıyor kitap. Bu bölüm bile tek başına, bir tarih kitabına bedel. Orkestra ve gruplarımızın geçmişi nerelere uzanır, hangi gelişmeler sonrası ortaya çıkmışlardır, ne olmuş da yaygınlaşmışlardır ve benzeri soruların hepsi bu bölümde cevabını buluyor.

Ardından da 0-212 ile başlıyor ansiklopedimiz ve Zurnistanbul ile bitiyor. Aslında bitmiyor. Uzun bir isim listesi geliyor arkasından. Bunların bazıları da ismen tespit edilmiş gruplar.

Binlerce kaynağa, on, belki de yüz binlerce sayfaya yayılmış, büyük ihtimalle birbirine karışmış bilgileri tek tek sökerek, sonra da gerekli şekilde birbirine ekleyerek anlamlı bir sonuca ulaşmak herkesin harcı değildir. Bu iş merak ister, daha da çok yürek ister. Bu işi Cumhur Canbazoğlu yapabilirdi, o da yapmış işte.

İsterseniz ilk sayfadan başlayıp, son sayfaya gelene kadar durmadan okuyun; isterseniz de bir isim aklınıza takıldığında başvurun bu kaynağa.

NAİM DİLMENER

BİR EMEKÇİNİN GRUP PRATİĞİNDEN NOTLAR

Selam,

1949 İstanbul’da doğdum. İlkokulu bitirdikten sonra müziğe sardım. Tam zamanı idi; yazlık sinemalarda Elvis filmleri, The Shadows’un çınlayan gitarları, arkasından The Beatles…

Ortaokula Vefa Lisesi’ne gittim; 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra ordudan atılan subaylar, okullara öğretmen, müdür filan yapılmıştı. Fazla öğrenci olduğu için bizi Vefa Lisesi’nin yanındaki bakımsız imam hatip lisesi binasına yerleştirdiler.

Bu ordudan atılan subayların, okulda disiplin adına estirdiği şiddet, berbat okul binası falan derken fazla dayanamayıp ‘orta 2’de iki sene üst üste sınıfta kalınca, okuldan atıldım. Böylece çarpık eğitim sisteminden erkenden kurtulmuş oldum.


TANER ÖNGÜR
(Volkanlar, Beş Yabancı, Okan Dinçer-Kontrastlar, Meteorlar, Erkin Koray Dörtlüsü, Moğollar, TANK, Dadaşlar, Dostlar, Dervişan, 43.75)

O sıralarda mahalleden ve okuldan arkadaşlarla grup kurmuştuk zaten. Bulabildiğimiz ya da izin verilen düğün salonlarında bazen çalabiliyorduk.

Sonra bir gün Şehzadebaşı Kulüp Sineması’na başvurduk; filmlerden önce şovlar oluyordu orada. Kabul edildik ve vasıfsız, ucuz işçi müzisyen olarak işe başladık. Her gün beş defa filmlerden önce Volkanlar Show orkestrası olarak sahne alıyorduk; 1963’tü sanırım…

O zamanki tanımlamalardan şov orkestrası tanımına daha çok uyuyorduk; çünkü ana tanım dans ve şov orkestrası idi. Bunlar daha çok gece kulüplerinde çalıyorlardı. Bizim ayrıcalığımız, sadece şov orkestrası olmamızdı.

Ben kontrbas çalıyordum, çünkü o yıllarda henüz müzik mağazalarında bas gitar satışı başlamamıştı. Daha sonraları Saraçhane’deki Zeynel Abidin Cümbüş mağazasına İtalyan bas gitarlar geldiğini duyunca, hemen bir tane aldım. Fakat ona amplikatör gerekliydi tabii. Yüksek Kaldırım’dan bir ampfli aldım. Babamın marangoz arkadaşına büyük bir kabin yaptırdık, içine de iki hoparlör; oldu sana bas ampflisi. Harika bas sesi çıkıyordu.

Grupta üç solist vardı, Tuncer Dürüm Fransızca şarkılarla o yıllarda yeni başlayan türkü düzenlemelerini, Tezer Dürüm İtalyanca ve İspanyolca şarkıları, piyanist Rasim Ulusman ise Elvis, Beatles ve Animals şarkılarını söylüyordu.Yazın da sinemanın Soğuksu’daki yazlık sinemasında çalıyorduk. Sinemanın sahibi Latif Tatari, oğulları Mehmet, Rıdvan ve Cavit Tatari müziği çok seviyorlardı.

Cumartesi geceleri, Orhan Boran, Şerif Yüzbaşıoğlu Orkestrası, Şevket Uğurluer Orkestrası gibi dönemin ünlü isimleri şov yapıyorlardı. Sihirbaz Mandrake, akrobatlar da falan hayli eğlenceliydi. Belki de İstanbul gösteri dünyasının 60’lardaki merkezi gibi olmuştu.

1960’ların ortalarına doğru, Altın Mikrofon yarışması başlamıştı. Silüetler grubu bizim Rasim Ulusman’ı transfer etti ve yarışmada üçüncü oldu.

Rasim adına sevinmiştik ama Volkanlar olarak moralimiz bozulmuştu. Ben de ayrıldım ve Meteorlar’la takılmaya başladım. Enstrüman yokluğu ve maddi sorunlar yüzünden o da yürümedi.

O sıralarda Adana’dan gelip İstanbul’a yerleşmiş olan iki yetenekli müzisyen İzzet Bici ve Zafer Dilek, Volkanlar’dan Naim Koca ve Meteorlar’dan Murat Ses ile Beş Yabancı diye bir grup kurduk. Bu da yürümedi, çünkü Adana’dan bizim İzzet ve Zafer’in daha önce çalıştığı Okan Dinçer ünlü bir gece kulübü tarafından desteklenmiş ve büyük bir grup kurma teklifi almıştı. Doğal olarak eski arkadaşları olan Zafer ile İzzet’e teklif yaptı. Okan davulcu ve saksafoncu bulmuştu, fakat basçı bulamamıştı. İzzet ile Zafer beni önerdiler. Böylece ben de arkadaşlarım Naim ile Murat’a ihanet ederek, Okan Dinçer ve Kontrastlar grubuna katılmış oldum.

Aşağı yukarı üç sene sürdü o maceram. İstanbul’un en ünlü gece kulüplerinde çaldık. Tabii dans ve şov orkestrası olmanın anlamını böylece anlamış oldum. Gece 23:00 ile 04:00 arası, uzun saatler dans müziği çalıp, arada sahne alan ünlü şarkıcılara eşlik ediyorduk.

Genç yaşta iyi kazanıyordum, ama benim müziğe başlamamın amacı böyle sabahlara kadar dans müziği çalmak değildi. The Beatles ya da The Rolling Stones gibi bir grupta olmak istiyordum; kendi müziğini yapan kendince bir şeyler anlatmaya çalışan bir grupta.

1967 sonunda Okan Dinçer ve Kontrastlar faaliyetine son verme kararı aldı. Bunun üzerine bana idolüm olan Erkin Koray’dan teklif geldi. Elbette seve seve kabul ettim. O dönemde Erkin Koray dörtlüsü ismini taşıyan grupta Sedat Avcı (davul), Volkanlar’dan arkadaşım Tuncer Dürüm (ritim gitar) ve ben bas gitar çalıyordum. Hatırladığım kadarı ile Çiçek Dağı ve Hop Hop Gelsin isimli plağın kaydında çaldım. Uzun bir Anadolu turnesinden sonra, uzun süredir hayalini kurduğum, beat müziğinin merkezi Londra’ya gitmek için gruptan ayrıldım. Londra’da ‘East of Eden’ isimli bir grupla tam provalara başlayacakken Haramiler’den tanıdığım Uğur Dikmen’le karşılaştım, Uğur bana Türkiye’de Moğollar’ın kurulduğunu, Erkin Koray, Moğollar, Haramiler, Mavi Işıklar ve daha birçok yerli beat rock grubunun güç birliği yaptığını, beraber turneye çıkıp ortak bir plak şirketi kurma aşamasında olduğunu söyleyince Uğur’la birlikte memlekete döndüm.

O sıralarda bu saydığım gruplar her gün öğleden sonra Harbiye’deki Konak Otel’in lobisinde toplanıyorlardı. Ben de gitmeye başladım. Tabii, bahsettiğim güç birliği çeşitli sebeplerden dolayı gerçekleşmiyordu, ama yine de her gün toplanıyorduk. Moğollar’ın bas gitarcısı Hasan Sel iş hayatına atılmak için gruptan ayrılmıştı. Bunun üzerine Moğollar bana gruba katılma teklifi yaptılar. Elbette kabul ettim (1969 başları) ve o gün bu gündür bir Moğollar elemanı olarak hayatıma devam ediyorum…

Görüldüğü gibi her müzisyenin farklı bir macerası var. Aslında bu orkestra veya grup müziği hikâyesinde ortak yönler de çok.

Bir meslek olarak bakarsak, garantisi yok, emekliliği yok, iş sahiplerinin yevmiye kavramı ayrı bir dert. Ama yine de ortak bir jargonu var.

Elbette bir meslek olması, hayatını kazanma yolu olması dışında sevdiğin bir işi yapmanın hazzı var. Sürekli yeni şeyler öğrenme ve uygulama, sınırlarını zorlama ve çıtayı yükseltme çabası var; yani heyecan hep var. Bir daha dünyaya gelsem yine müzisyen olmak isterdim…

TANER ÖNGÜR

error: Content is protected !!